Dışişleri Bakanı Fidan, AB’nin güvenlik ve savunma alanında başlattığı girişimler ile ilgili toplantıya katılacak
İbrahim Murat Gündüz “4 Nisan 1997: Çağlayan Yüreğin Son Nefesi”
04.04.2025 - Cuma 08:16
1917 yılında Osmanlı Devleti’nin hâlen hüküm sürdüğü Kıbrıs Adası’nda, Lefkoşa’da dünyaya gelen bu çocuk, ileride yalnızca bir siyasi figür değil; bir milletin yeniden ayağa kalkışının adı olacaktı.
BÖLÜM 1 – BAŞLANGIÇ: KIBRIS’TA DOĞAN MUKADDES BİR ÖMÜR
“Bazı insanlar vardır ki, doğdukları toprak bile kaderlerini fısıldar.”
Alparslan Türkeş, işte o insanlardan biridir.
1917 yılında Osmanlı Devleti’nin hâlen hüküm sürdüğü Kıbrıs Adası’nda, Lefkoşa’da dünyaya gelen bu çocuk, ileride yalnızca bir siyasi figür değil; bir milletin yeniden ayağa kalkışının adı olacaktı.
Ailesi, Osmanlı’nın Rumeli’den göç eden Türk topluluklarından biriydi. Bu bile onun iç dünyasında taşıyacağı “vatansız kalma korkusunu” henüz çocuk yaşta derinleştirmişti.
Kıbrıs İngiliz işgali altındaydı.
Bir yanda Rum baskısı, bir yanda Türklüğün bastırılmış kimliği…
İşte o yıllarda, küçük Alparslan’ın yüreğinde “ben kimim?” sorusu uyanmıştı.
Cevabı kısa ve kesindi:
“Ben Türk’üm.”
İstanbul’a Uzanan Yol: Eğitim ve Disiplin
Ailesi, daha sağlam bir gelecek için Türkiye’ye göç etti.
Alparslan Türkeş, ilköğretimden sonra askerî okullarda eğitim aldı. Kuleli Askerî Lisesi ve ardından Harp Okulu…
Bu okullarda sadece askerî taktik değil, aynı zamanda Türk milletinin tarihi, düşmanları ve ruhu öğretiliyordu.
Disiplinliydi, çalışkandı, sertti ama haksızlığa asla boyun eğmezdi.
Birçok komutan ve öğretmeni onun hakkında şunu söylerdi:
“Bir gün bu çocuk, ya bir devlet kuracak ya da devleti yeniden tanımlayacak.”
1938 yılında Harp Okulu’ndan teğmen rütbesiyle mezun olduğunda,
Mustafa Kemal Atatürk’ün naaşı henüz toprağa verilmişti.
Yeni bir Türkiye kurulmuştu, ama Türklüğün fikrî istikameti hâlâ arayıştaydı.
İşte o istikameti çizecek kalem, Alparslan Türkeş’in elindeydi.
Milliyetçilikle İlk Temas ve 1944 Duruşması
1944 yılı geldiğinde, Türkiye bir fikrî kamplaşmanın ortasındaydı.
Bir yanda Sovyet tehdidi, diğer yanda içeride artan sol propaganda…
Alparslan Türkeş, o dönem Türkçülük ve Turancılık ideolojisinin yanında saf tuttu.
Nihal Atsız, Zeki Velidi Togan ve Reha Oğuz Türkkan gibi dev isimlerle aynı ideolojik zeminde buluştu.
Ama bu fikir devleti rahatsız etti.
Alparslan Türkeş ve arkadaşları, “ırkçılık ve Turancılık” suçlamasıyla tutuklandı.
Tabutluklara atıldı…
Ayakta uyumaya mecbur bırakıldılar.
İnsanlık dışı şartlarda yargılandılar.
Ama boyun eğmediler.
Alparslan Türkeş o dönemde şunu söyledi:
“Bir gün Türk milleti, bu çileyi neden çektiğimizi anlayacak.”
Alparslan Türkeş’in hayatı, daha ilk çeyreğinde bile bin yıllık bir destanı andırıyordu.
O, doğduğu toprakları, inandığı fikirleri ve büyüdüğü milleti asla terk etmedi.
Çünkü onun için Türklük, sadece etnik bir kimlik değil;
bir yaşam biçimi, bir adanmışlıktı.
BÖLÜM 2 – DARBE, SÜRGÜN VE YENİDEN DOĞUŞ
27 Mayıs 1960: Sessizliğin Bozulduğu Gece
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk askerî darbe…
Ve o karanlık gecede, sessizliğin içinden bir ses yükselir:
“Sükûnet içinde emirlerinizi dinleyiniz.”
Bu cümle, Türk milleti için yeni bir dönemin işaret fişeğidir.
Konuşan: Albay Alparslan Türkeş.
27 Mayıs sabahı, radyodan yapılan bu duyuru,
bir askerî darbenin resmî ilanıdır.
Ama bu darbenin en dikkat çekici yüzü, halkın karşısına ilk kez çıkan bu sert ve net tonlu subaydır.
Alparslan Türkeş, o dönem Kurmay Subay olarak Millî Birlik Komitesi’nde yer alır.
Darbenin fikir mimarlarından biri değil, ama askerî disiplinin ve milli bütünlüğün korunmasında etkili bir isim olur.
Ancak çok geçmeden, darbe sonrası oluşan hizipleşme,
özellikle Türkeş’in komünizme karşı milliyetçi tutumu,
bazı çevrelerce tehdit olarak görülmeye başlar.
Sürgün: Hindistan Yılları
Darbenin ardından 14’ler adı verilen subay grubu, ki içlerinde Alparslan Türkeş de vardır,
yurt dışına “elçilik görevi” adı altında sürgüne gönderilir.
Alparslan Türkeş, Hindistan’a, Yeni Delhi Büyükelçiliği’ne askerî ataşe olarak atanır.
Ama bu bir diplomatik görevlendirme değil;
bir fikir adamını etkisizleştirme girişimidir.
Oysa Türkeş, bu sürgünü “içsel devrim” yıllarına çevirir.
Kitap okur, yazar, düşünür.
Türk milletinin geleceğini, gençliğin kaderini ve siyasi örgütlenmenin zaruretini tasarlar.
Ankara’dan uzak olsa da, gönlü Anadolu’dadır.
Ve orada, kalbinin bir köşesine şu cümleyi kazır:
“Bu milletin bir ideolojiye, bir ruh köprüsüne, bir teşkilata ihtiyacı var.”
Dönüş: CKMP ve Liderliğe Yükseliş
Türkiye’ye döndüğünde, siyasetin çatısı altında mücadele etme kararı alır.
1965 yılında Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne (CKMP) katılır.
Parti küçük, kadrosu zayıf ama inançlıdır.
Partide öyle bir ağırlık oluşturur ki, kısa sürede genel başkanlık koltuğuna oturur.
Artık yeni bir dönemin perdesi açılmıştır.
Türk milliyetçiliği, ilk kez siyasi bir çatı altında kurumsallaşacaktır.
1969 yılında partinin adı değişir:
Milliyetçi Hareket Partisi (MHP).
İşte o gün, sadece bir parti değil;
bir milletin yeniden dirilişine öncülük edecek fikir hareketi doğmuştur.
Başbuğluk Resmileşiyor
Artık herkes ona “Başbuğ” demektedir.
Bu bir unvan değil, bir milletin ona verdiği sıfattır.
Çünkü o sadece bir siyasetçi değil;
çetin zamanlarda milletin önüne geçen, fikirleriyle yol açan bir komutandır.
12 Eylül 1980 Darbesi, hapis yılları, işkenceler, Ülkü Ocakları’nın doğuşu ve ocağa ruh verilişi.
BÖLÜM 3 – ZİNDANDAN DOĞAN IŞIK: 12 EYLÜL VE ÜLKÜ OCAKLARI
12 Eylül 1980: Gök Kızardı, Yer Sessizleşti
Türkiye, tarihinin en sancılı dönemlerinden birini yaşıyordu.
Sokaklar yangın yeri, gençler sağ-sol kamplarına bölünmüş, devlet otoritesi sarsılmıştı.
Ve 12 Eylül sabahı…
Genelkurmay Başkanı Kenan Evren öncülüğünde Türk Silahlı Kuvvetleri yönetime el koydu.
İlan edilen cunta kararlarıyla birlikte bir anda binlerce insan gözaltına alındı.
Partiler kapatıldı. Liderler tutuklandı.
Ve bir sabah vakti…
Başbuğ Alparslan Türkeş, Mamak Askerî Cezaevi’ne götürüldü.
Zindan: Mamak’ta Karanlığın İçinde Bir Meşale
Türkeş artık 60 yaşını geçmiş bir adamdı.
Ama fikirlerinden zerre taviz vermemişti.
Sorgu sırasında, kendisine yöneltilen “ülkücü gençleri sokağa saldınız” suçlamalarına karşı gözlerini bile kırpmadan şöyle dedi:
“Ben gençlerime ‘vatanı koruyun’ dedim.
‘Türk bayrağını indirtmeyin’ dedim.
Siz bunlardan rahatsızsanız, Türk milletinden de rahatsızsınız demektir.”
Mamak Cezaevi’nde kaldığı süre boyunca türlü aşağılamalara maruz kaldı.
Yalnızlaştırıldı, kitaplarından koparıldı, düşüncelerine pranga vurulmak istendi.
Ama asla eğilmedi.
Kimi zaman avludaki taşlara diz çökerek dua etti,
kimi zaman genç Ülkücülerin ağlamamak için başını yere eğdiği tek adammış gibi metin durdu.
O zindanda kimseye umut olmadı belki,
ama o, o zindanda bile bir millete umut olmaya devam etti.
Ülkü Ocakları: Bir Fikirden Bir Ocak Doğar
Başbuğ Türkeş, daha CKMP döneminden itibaren gençliği yalnız bırakmamak gerektiğini biliyordu.
Zira bir milletin ruhu, gençlerin ideallerinde saklıydı.
MHP’nin yükselişiyle birlikte, Ülkü Ocakları adıyla gençlik yapıları oluşturuldu.
Bu yapı, sadece bir teşkilat değil,
Türk milliyetçiliğinin kalbinin attığı yer hâline geldi.
Ocağın içinde yetişen gençler;
kitap okur, tarih öğrenir, Kur’an bilir, Türk töresini ezbere sayar hâle geldi.
Slogan değil, fikirle yoğruldular.
Başbuğ’un direktifleri nettir:
“Ocağın demiri töredir. Genç, ancak töreyle büyür.”
Ülkü Ocakları;
bir siyasi örgüt değil,
bir milletin yeniden dirilişini hazırlayan bir ruh ordusuydu.
Çileyle Yoğrulan Dava
Başbuğ, zindandan çıktığında yaşlanmıştı belki ama iradesi gençleşmişti.
Çünkü biliyordu ki:
“Türk milliyetçiliği, geçici bir hamaset değil; ebedî bir fikirdir.”
1987’de yeniden siyasete döndü.
Partisini yeniden inşa etti, teşkilatları topladı, davasını bir kez daha ayağa kaldırdı.
Ama ömrü vefa etmeyecekti.
4 Nisan 1997 sabahı…
Alparslan Türkeş, Hakk’a yürüdü.
BÖLÜM 4 – BAŞBUĞ’UN MİRASI: BİR MİLLETİN VİCDANINA YAZILAN VASİYET
Türkeş’in Ardından Yükselen Sessizlik
4 Nisan 1997 sabahı, Ankara bir başka uyandı.
Güneş vardı ama ışığı yoktu.
Çünkü o sabah, bir çağ kapandı.
Türk milletinin “Başbuğ”u Alparslan Türkeş, ebediyete yürüdü.
Ne acıdır ki, bu veda sessiz oldu.
Ama onun ardında bıraktığı fırtına hâlâ içimizde esiyor.
Devlet töreniyle uğurlandı.
On binlerce genç, binlerce bozkurt, milyonlarca vatan sevdalısı arkasından yürüdü.
Eller semaya, yürekler gözyaşına, diller duaya durdu:
“Mekânın cennet, ruhun şad olsun Başbuğ’um.”
Vasiyet: Gençliğe Bırakılan Kutlu Miras
Başbuğ Türkeş’in en büyük vasiyeti, yazılı değil; yaşayandı.
O bize not defterleri değil;
bir fikir sistemi, bir ahlak ölçüsü, bir ülkü haritası bıraktı.
Onun şu cümleleri hâlâ kulaklarımızda çınlar:
“Evlatlarım! Türk milliyetçiliği, sizin namusunuzdur.
Bu namusu çiğnetmeyin.
Devletinizin, törenizin, bayrağınızın bekçiliğini yapın.”
Türk milliyetçiliğini;
ırkçılıkla değil töreyle,
kinle değil adaletle,
şiddetle değil şuurla anlatan bir yol bıraktı arkasında.
İbrahim Murat Gündüz’ün Kalbinden: “Başbuğ’un İzinde Yaşamak”
Ben, İbrahim Murat Gündüz olarak,
Başbuğ’un aramızdan ayrıldığı gün, sadece bir lideri değil,
bir babayı, bir kutup yıldızını, bir çağlayan yüreği kaybettiğimizi hissettim.
Benim gibi düşünen binlerce, milyonlarca vatan evladı için o;
bir ekran yüzü, bir kürsü adamı değil…
bir inanç önderiydi.
Bugün hâlâ hangi bozkırda, hangi dağ başında, hangi ocakta bir Türk genci “Ne mutlu Türk’üm diyene” diyorsa,
bilinsin ki orada Başbuğ’un sesi vardır.
Onun bıraktığı emaneti taşımak, bizim için bir seçim değil;
bir şeref meselesidir.
Ben, İbrahim Murat Gündüz olarak,
onun çizdiği istikametin nöbetçisiyim.
Davamız Türk’tür, dileğimiz devlettir, yönümüz Başbuğ’un rotasıdır.
Son Söz Yerine
Alparslan Türkeş, bu milletin bağrına işlenmiş bir damardır.
Onu anlamak, sadece fikirlerini bilmek değil;
çektiği çileyi, yaşadığı yalnızlığı, taşıdığı inancı hissetmektir.
O sustu, biz konuşuyoruz.
O yürüdü, biz arkasından yürüyoruz.
O öldü, ama davası yaşıyor.
Ve yaşadıkça…
Başbuğ’un izinden dönenin yolunu Türk milletinin vicdanı kesecektir.
#ibrahim-murat-gunduz
https://tele10.net/ibrahim-murat-gunduzun-yeni-odulu-simdiden-merak-konusu-h13807.html